Bitmeyecek Öykü Kitap İncelemesi

bitmeyecek öykü

Bitmeyecek öykü, okumadan önce gerek internette okuduğumuz yorumlar olsun gerek çevremizdeki okurlardan duyduğumuz tavsiyeler olsun ister istemez ön yargı geliştirdiğim bir kitaptı. Merak etsek dahi okumak için elimiz o kitaba gittiğinde geri çekeriz. Defalarca kez başladım, yarım bıraktım. Ta ki son kez elimi uzatıp çekmeyene kadar… Ön yargılarla dolu olduğum bu kitabı okudukça nasıl sevdim, gelin beraber inceleyelim.

Bitmeyecek Öykü Kitap Özeti

bitmeyecek öykü

Romanın ana karakteri Bastian Balthazar Bux, içine kapanık, okulunda arkadaşları tarafından dışlanan bunların yanında yetmezmiş gibi bir de annesinin ölümünden sonra duygusal olarak zor bir dönemden geçen bir çocuktur. Bir gün önünden geçtiği sahaf dükkânından içeriye aniden dalarak rastladığı gizemli bir kitap olan Bitmeyecek Öykü‘yü gizlice alır ve biraz korku biraz da heyecanla okulun tavan arasında okumaya başlar.

Kitabın içinde anlatılan hikâye, büyüleyici bir evrende geçer: Fantazya. Bu fantastik diyar, “Hiçlik” adı verilen bir tehdit tarafından yok olmaktadır. Peki bu tehdit ile nasıl mücadele edilecek, Fantazya’nın kraliçesi ve tek umudu Çocuk İmparatoriçe nasıl kurtulacaktır?

Bitmeyecek Öykü İnceleme

bitmeyecek öykü

***Spoiler içerir***

Bastian aracılığıyla önce bir yok oluşun, ardından bir varoluşun; yaşanan yıkımla birlikte tekrardan umut ve yaşama erişimin hikayesini okudum sanki.

Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü’sü sadece bir fantastik roman değil. Bence bu kitap, hayal gücüyle şekillenen ama aslında hepimizin içinde yankı bulan bir içsel yolculuğun ta kendisi. Fantazya, bir masal diyarı gibi görünse de aslında hayal kurma gücümüzle, kimlik arayışlarımızla ve gerçeği kabullenme biçimimizle sıkı sıkıya bağlı bir yer. Fantazya’nın çöküşü, insanların hayal kurmaktan vazgeçmesiyle başlıyor – tıpkı bizim de bazen içimizdeki çocuğu susturduğumuz, hayal kurmayı unuttuğumuz zamanlar gibi. 

Önce Bastian ile birlikte bir kaçışa başlıyoruz. Gerçek dünyadan, bizi inciten insanlardan, duygulardan ve anılardan kaçarken kendimizi Fantazya’nın tam ortasında buluyoruz. Okuyucu olarak başladığımız bu öyküde Bastian ile birlikte bir anda öykünün yaratıcısı olarak yer almaya başlıyoruz. Peki bu nasıl bir yaratıcılık?

Bir dakika durup dileklerinizi düşünün ve ardından bu dileklerinizi tek tek gerçekleştirecek gücün elinize geçtiği bir evreni hayal edin. Bastian kendini tam da böyle bir evrenin yaratıcısı olarak buluyor kendini, başlarda keyifli bir öykü olarak başlasa insan ruhunun derinliklerindeki güç ve doyumsuzluğa kim engel olabilir ki? Bastian’ın her dileği onu biraz daha uzaklaştırıyor kendinden. Ne istediğini değil, kim olduğunu unutarak ilerliyor ve belki de asıl büyü burada başlıyor. Çünkü kitap, isteklerin değil, anlamın ve aidiyetin peşine düşüyor. Gücün yıpratabileceğini, hatırlamanın bir dönüş yolu olabileceğini fısıldıyor satır aralarında.

Bastian aracılığıyla önce bir yok oluşun, ardından bir varoluşun ve yaşanan yıkımla yeniden umut ve yaşama ulaşmanın hikâyesini okudum gibi hissettim. Fantazya benim için sanki bugüne kadar okuduğum tüm fantastik romanların birleşimi gibiydi ama bir farkla: her şey çok daha derin ve sembolikti.

Bastian’ın yolculuğu aslında hayal gücüyle başlayan ama kimliğini bulma, hatta unutma pahasına dönüşen bir arayışa dönüştü. Başta sadece bir kaçış gibi gelen bu macera, zamanla “gerçekten kimim?” sorusuna doğru evrildi.

Kitapta beni en çok etkileyen şey, insanın içsel boşluğunun, dileklerle değil anlamla dolabileceği fikriydi. Her şeyin bittiğini sandığımız yerde, yeniden başlayan o küçük umut hissi… işte asıl büyü buydu belki de.

Ve tabii ki…

Ama bu başka bir öyküdür, başka zaman anlatılmalıdır…

Okur, yazar, izler