Civil War (2024) Film İncelemesi: Savaşın Ortasında Kameraya Sarılan İnsanlar

Alex Garland’ın yönettiği Civil War, 2024’ün en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Adeta seneye damgasını vurdu. Yönetmenimiz aslında tanıdık ancak bu sefer onu daha farklı bir türde görüyoruz, bir savaş filminde. Ama bu, klasik anlamda bir savaş filmi değil. Aslında biz savaşı cepheden değil, objektifin arkasından izliyoruz. Yani film boyunca tam anlamıyla mermilerin içinde değiliz ama onlara çok yakınız. Bu da filmi sadece aksiyon sevenlere değil, düşünen, sorgulayan izleyiciye de hitap eder hâle getiriyor.

Civil War – Yol Filmi Gibi Başlayıp Yumruğunu Geç Vuruyor

civil war

Civil War, adından da anlaşılacağı gibi bir iç savaşın ortasına atıyor bizi. Ama burada kimin haklı, kimin haksız olduğunu öğrenmiyoruz. Çünkü film, savaşın politik tarafını değil, insani tarafını anlatmayı seçmiş. Hikâyemiz, dört gazetecinin – deneyimli Lee, genç Jessie, kameraman Joel ve köşe yazarı Sammy – New York’tan Washington’a doğru yaptığı tehlikeli bir yolculuğa odaklanıyor. Amaçları, Beyaz Saray düşmeden önce başkanla röportaj yapmak.

Bu yol boyunca karşılarına çıkan her durak, savaşın insanlar üzerindeki etkisini yüzümüze çarpıyor. Yağmalanmış şehirler, idam edilmiş siviller, yıkılmış hayatlar… En vurucu sahnelerden biri, benzin istasyonunda gördükleri asılı cesetler. “Bu kadar da olmaz” dedirten türden. Film, her durakta “savaşın kazananı yok” dedirtiyor bir şekilde.

Kamera: Gözümüz Değil, Sinirlerimizle İzliyoruz

Görüntü yönetmeni Rob Hardy, gerçekten izleyicinin sinir uçlarına oynamış. Filmdeki kamera kullanımı öyle pürüzsüz, estetik ya da “wow sinematografi!” dedirtmiyor. Tam tersi. Bilinçli bir şekilde dağınık, sarsak ve çiğ. Çünkü amaç, bizi bir film izliyor gibi değil, o anın içindeymişiz gibi hissettirmek.

Birçok sahne elde kamerayla çekilmiş, bazılarıysa Ronin 4D gibi acayip hafif bir sistemle çekilmiş ki oyuncularla birlikte sahnenin tam ortasına girebilsinler. Hani o koşuşturmalı, nefes nefese anlar var ya, işte oralarda kameranın da nefes nefese kaldığını hissediyorsun. Özellikle araç içi sahnelerde, kameralar sanki orada bizimle oturuyor gibi. Filmde yeşil perde kullanılmamış bile, her şey gerçek mekânda, doğal ışıkla çekilmiş. Bu da görüntülere ekstra bir gerçeklik katıyor.

Görsellerle Hikâye Anlatımı: Fotoğraf Karesi Gibi Anlar

Civil War, her sahnesinde çok fazla şey söylemeden çok şey anlatıyor. Yani bir karakterin çığlık atmasına, ağlamasına falan gerek kalmadan, sadece kadrajın içindeki detaylarla boğazına bir şeyler düğümleniyor insanın.

Bir sahnede Jessie, toplu mezara düşüyor. Kamera yavaşça geri çekilirken onun cesetlerin arasında sıkışmış siluetini görüyoruz. Ve o an anlıyoruz ki bu savaş sadece fiziksel değil, ruhsal bir çürüme. Bu sahne ne anlatsan yetmez, görmen lazım.

Final sahnesi de çok sert. Lee, genç Jessie’yi korumak için kendini kurşunun önüne atıyor. Jessie’nin, onun cansız bedenine dönüp fotoğraf çekmesi ise içimizi burkuyor. Çünkü film tam da bunu söylüyor: Bazen insan olmakla gazeteci olmak arasında bir seçim yapmak zorundasın. Ve bazen bu seçim, seni ömür boyu takip ediyor.

Son Söz: Savaşın İçinden Değil, Kalbinden Bir Film

Civil War, klasik savaş filmlerinin ötesinde, daha çok neyin yitirildiğini gösteren bir film. Gösterişli değil ama sarsıcı. Bir Hollywood prodüksiyonu gibi değil, sanki savaşın tam ortasında bir belgesel izliyormuşuz gibi. Taraf tutmuyor, ajitasyon yapmıyor ama insanı yerle bir ediyor. Özellikle son 20 dakikası… Hani kalbin sıkışıyor ama gözünü de ayıramıyorsun.

Eğer sen de son dönemde izlediğin filmlerden bir tokat gibi etki bekliyorsan, Civil War tam senlik. Ama uyarayım, bu film içini kaldıran türden değil, içini sıkan türden. Ve bazen de en etkileyici filmler, tam da böyle oluyor.

Okur, yazar, izler